KADINLARIN TEDİRGİNLİĞİ

1998 yılıydı; İstanbul (Çapa) Tıp Fakültesi’nde öğrenci olduğum yıllardı. Doğum servisinde bir gece iki saat kalıp, bu iki saat içinde on iki doğum izlemiştim.

Bir kadının doğum öncesini, doğum anını ve doğum sonrasını gözlemledim. Yaşamımda büyük bir kapıdan on iki pencereli bir odaya girmenin nasıl bir duygu olduğunu anladığım gecedir. O on iki pencere sırayla açıldıkça içeri dolan güneşleri yüreğimde saklamayı hep bildim.

Hep söylerim; kadın cinayetinden ceza almış bir erkek bozuntusuna verilecek en ağır ceza, müebbet ya da idam değildir. Ona gece – gündüz doğum izlettireceksin! O çığlıkları duymaktan rahatsız olacak, o çığlıklar bitip de bir çocuğun mucizevî gelişini gördükçe rahatsız olacak, o doğum sırasında acılar içinde kıvranan kadının “anne” olduğu andaki gülümsemesinden rahatsız olacak, bebeğini eline aldığında ona sarılmasından rahatsız olacak. Her doğum, ona “kadın”ı anlatacak; kendisini de (varsa çocuğunu da), öldürdüğü kadın gibi bir kadının dünyaya getirdiğini anlayacak. Hem de bir değil, bin defa izleteceksin. Sizi temin ederim; “Beni idam edin!” diye yalvaracak… Ama idam etmeyeceksin, anne karnında bir noktanın nasıl bir vücuda döndüğünün belgesel filmini izleteceksin… Hem de bir değil, bin defa izleteceksin. Görecek, o bir saniyede öldürdüğü bedenin, nasıl aylarca saniye saniye şekle girdiğini…

O gece Çapa’da kadınların yüzlerindeki tedirginliği gördüm. Kime dair? Doğacak olan çocuğuna dair… Çocuğunun sağlıklı doğup doğmayacağına dair… O yüzdeki “tedirginliğin” aslında o kadının yüzünden bir ömür boyunca neden gitmediğini, ben o gece anladım. Bosna’da kendisine tecavüz eden erkekten olan çocuğa bile “çocuk” olduğu, “çocuğu” olduğu için sarılabilmesinin nedenini…

O gece Çapa’da kadınların çığlıklarını duydum. Mevsim ne olursa olsun, bir çığlığın nasıl bir baharın müjdecisi olabildiğini ben o gece anladım. O acının, erkeklere uygulandığında erkeklerin %70’ini felç eden şiddette bir acı olduğu bilimsel bir gerçek… İşte o kadın cinayetinden hüküm giymiş olan ve kendisini “güçlü” sanan erkeğe bunu göstereceksin. Yani öldürdüğü kadının öyle bir acıya, tıpkı kendisi gibi bir çocuğu doğurabilmek için 9 kat daha fazla dayanabildiğini anlayacak. Yani asıl “güçlü”nün kim olduğunu kafasına böyle kazıyacaksın. İpte sallandırırsan, anlamadan gider, yazık olur; sen onun ayaklarına bu gerçeğin ipini dolayacaksın.

O gece Çapa’da kadınların doğumun bittiği anda birdenbire değişen yüz ifadesini gördüm. O yüzlere yayılan güzelliği gördüm. “Demek herkesin annesi bu yüzden dünyanın en güzel annesiymiş!” dedim. Ben annemin güzelliğini o gece anladım.

O gece Çapa’da kadınların bebeğine ilk bakışını gördüm. Erdal Eren’in o “son bakış”ını işte o anda anladım; annesinin o son bakışı hiç görmemiş olması için neler vermezdim! Meğer “çiçeğin can suyu” gibi oluyormuş, annenin sana o ilk bakışı. Hiçbir dilde karşılığı olmayan “can”, demek bende o anda yüreğime girmiş. Sonra konuşmayı öğretecek olan annemle Türkçeme öyle girmiş. Ben bunu o gece Çapa’da anladım.

O gece Çapa’da kadınların yeni doğan çocuklarını ilk kez ellerine aldıkları anları gördüm. O anlarda o tarifsiz ile binlerce anne eli sardı beni. Huzur dolu, güven dolu, sıcacık… Ben, anne eli değmiş olan tüm güzellikleri bir gecede böyle yaşadım.

Bugün 6 Ağustos, benim doğum günüm… 41 oldum. Ben bugün düşününce canım annemin 41 yıl önceki bugününü bana nasıl yarın yaptığını işte o gece Çapa’da anladım. Asla unutamam o on iki pencereyi… İçime dolan o on iki güneş, meğer benmişim, yıllar önce bugün. Annem, bir çapa misali, benim toprağımı işledikçe büyümüşüm, üretmişim. Meğer 41 olabilirmişim; ama 1 anne olamazmışım…
*
alıntı: UTKU ERİŞİK

You may also like...