Dünya Malı
Evi toplarlarken her yerden para çıkmış. Yastıkların içi, dolapların dipleri, minderlerin döşeklerin altları, uzun paçalı iç çamaşırlarını sarmaladığı küçük bohçalar, erzak kapları hep para doluymuş. Hepsini toplayıp bankaya götürmüşler. “Yazık” demiş görevli, masanın üzerinde duran kâğıt ve demir parçalarına bakarken, “tedavülden kalkalı o kadar uzun zaman oldu ki, bunları sizden alamayız.” Hesap makinesini almış eline, sonra ilave etmiş: “Tedavüldeyken getirseydiniz bir daire alırdınız.”
İki oğul, rahmetli kocasından bağlanan dul maaşını yemeyip saklayan annelerini bakımevine götürüp yatırmışlar. Kadın bunamaya başladığı için hiçbir şeyin farkında değilmiş. Ne eşyalarının atılıp satıldığını biliyormuş, ne de ondan boşalan dairenin müteahhide verildiğini.
Komşuları anlatmış sonradan. “Çocuklar bana bakmıyor, benimle değil dairemin kaç para ettiğiyle ilgileniyorlar, ya beni evimden çıkarırlarsa nereye giderim?” dermiş. “Elden ayaktan düşersem lazım olur, kefen paramı da düşünmem lazım” deyip eline geçen paraları evde gizlermiş. Biri gelip de hepsini birden bulup almasın diye farklı yerlere sıkıştırırmış.
Yılbaşı üzeri dinlediğim bu hikâyeye inşaat hesapları eşlik etti. “Karşıdaki beş katlıyı yıkıp yerine on kat çıkacaklar, bir dairesi olana iki daire düşecek.” “İyi bari çocuklar, torun torba rahat eder.” “Senesine kalmaz, burada dairelerin fiyatı iki katına çıkar.” Gelgelelim bir daireye karşılık iki daire kimi aileye yetmiyormuş. Kardeş, torun sayısı arttıkça bölüşmek zorlaşıyor, bazısı en pahalı daireyi kendisinin hak ettiğinde ısrar ediyormuş. Bu yüzden kardeşler birbirine küsüyor, konuşmuyorlarmış. Araya avukatın girdiği bile oluyormuş.
Boğazından kesip yastığa para gömmemin de, yaşlı anneyi içinden çıkarıp evini müteahhide vermenin de, daireleri paylaşamamanın da altında yatan gelecek korkusu herhalde. Herkes bir gün beş parasız kalırsa başını sokacağı bir dairesi olsun istiyor. Ya da ileride kiraya vereceği bir mülk olsun elinde, yani garantili bir akar.
Fakat insan yarını garanti etmeye çalışırken bugününden, sevenlerinden oluyor.
Nefsine eziyet ederek yemiyor mesela para biriktirecek diye. Deniz kenarında bir çay bahçesinde bile kendine bir tost söylemiyor. Güzel bir sofra hazırlayıp eşini dostunu çağırmıyor, para harcamasın diye çıkmadığı dört duvar arasında iyice kimsesizleşiyor. Hepsi, yarına kalmaz korkusundan. Ya da bir evde büyümüş, aynı sofraya oturmuş, aynı yatakta uyumuş kardeşler birbirine düşman kesiliyor. Her biri daha fazlası kendisinin olsun istiyor. Paylaşamadıkları şey beton, doğa bir gece vakti yıkar döker, geriye kardeşi kalır, gerçekten hiçbirinin aklına gelmiyor. Ayakta kaldıysan betonun yenisini dikersin, ama gideceğin tek yer yanı olan kardeşinin kırılan dökülen kalbini onaramazsın.
Yarını garanti altına alsan ne olur ki? Garanti altına aldığın o geleceği göreceğinin bir garantisi var mı?
Her gün sana neyin, nelerin tesadüf edeceğini bilmediğin bir sabaha uyanıyorsun. Mesela metrobüse binerken ne olduğunu anlamadan kendini sırt üstü yerde buluyorsun, tam da tekerleklerin hizasında. Kaç kişiye anlattığını saymıyorsun, kaç kişinin “Verilmiş sadakan varmış” dediğini. Ayağın burkuluveriyor, yere kapaklanıyorsun, bir hafta ayağa kalkamıyorsun. Caddenin karşısına geçerken acele ediyorsun, yeşil yanmadan adım atıyorsun, klakson çalan bir otomobil jilet gibi sıyırıp geçiyor. Haber geliyor, eski bir dostun kalbi aniden durmuş. Bir diğeri kendine çok iyi bakıyormuş ama hastalık her yanını sarmış.
Unutmak, yaşama içgüdüsü. Yaşamak, yaşamaya devam edebilmek ise biraz tesadüflere bağlı. Gelecek planları yaparken her şeyi de hesap edemeyeceğini fark etmek, önden kestirilmesi mümkün olmayan ama isabet etmesi de an meselesi tesadüfleri hatırlamak biraz sakinleştirebilir belki. Gelecek korkusu, dünya malına sahip olma hırsı, insanı sadece bugününden değil ailesinden, sevenlerinden de ediyor. Varlığı bir ihtimal olan yarın için, sevdiklerini, sevenlerini, aileni kaybetmeye değer mi?
Perihan Özcan
Mümkün olduğunca herkese ulaştıralım. farkında olsunlar…